• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası

Kurtar Beni Doktor!..

Dr.Şekip Altunkan, anılar, öyküler...

Üyelik Girişi
Site Haritası
Takvim
Sen kim oluyorsun?

Acil hemşiresinin telefonu poliklinikte hasta muayene ederken yakaladı beni. Ağır bir hastanın geldiğini söyledi. En kısa zamanda acile gelmemi istiyordu.

Poliklinik odamız acile çok yakındı. Arada sadece uzun bir koridor vardı. Koridoru koşarak geçtim. Acile girdiğim zaman, uzun zamandır takip ettiğimiz bir hastanın sedyeye uzatıldığını gördüm. 45 yaşlarında bir bayan hasta idi. Daha önce bir kez böbrek nakli geçirmiş, bir yıl idare etmiş, ancak vücut takılan böbreği reddetmişti. Hasta tekrar diyalize alınmak zorunda kalmıştı. Haftada üç kez diyalize giriyordu.

Hastayı yaklaşık iki yıldan beri takip ediyordum. Çok uyumlu bir hasta değildi. Beslenmesine dikkat etmez, diyalize aşırı kilo almış olarak gelirdi. Çoğu zaman acil diyaliz yapmak zorunda kalırdık. Tüm uyarımıza karşın, tavsiyelere uymazdı. Bu tavrının en büyük nedeninin vücudunun daha önce yapılan böbrek naklini reddetmesi olduğunu tahmin ediyordum.

Hasta başlangıçtan itibaren hastalığını hiç kabul etmemişti. Diyalize girme düşüncesi onu çok etkiliyordu. Halbuki diyaliz olayını benimsese, kendine dikkat etse, uzun yıllar sağlıklı bir şekilde yaşayabilirdi. Hastalığına tanı konulduktan sonra yaklaşık bir ay diyalize girmiş, bu arada nakil için uygun aday arayışına girişmişti. Kendisinden beş yaş küçük kardeşinin uygun verici adayı olduğunu belirlemiştik. Kardeşinin rıza göstermesi üzerine böbrek nakli yapılmış, ancak bu böbrek bir sene idare etmiş, daha sonra vücut takılan böbreği reddettiği için diyalize dönmek zorunda kalmıştı. Hasta bu durumu hiç kabullenememişti, nakil yapıldığı zaman her şeyin düzeleceğini zannetmişti. Gelişebilecek olumsuz süreçler anlatılmasına karşın, ciddiye almamıştı. Bu nedenle böbreğin vücut tarafından reddedilmesi, onun için büyük bir hayal kırıklığı olmuştu. Üstelik kardeşinin tek böbrekli olmasına neden olmuştu. Bu düşünceler nedeniyle çok vicdan azabı çekiyordu. Adeta hayata küsmüştü. Psikiyatri uzmanları da sorunu çözemiyorlardı. Hasta kendini iyice bırakmıştı.

Bu düşünceler ile hastaya yaklaştım, hemşire serum hazırlamakla meşguldu. Tansiyon ve nabzını alamadığını söyledi. Hastayı muayene ettim, kalp, nabız ve solunum yoktu. Kalp masajına başlayarak, hemşireye şok cihazını getirmesini ve anestezi uzmanını çağırmasını söyledim. Kalbe şok yaptık, anestezi uzmanı da geldi.  Tüm çabamıza karşın hastayı kurtaramadık.

Dışarıya çıktım oğlu bekliyordu, son diyalizinde çok iyiydi. Oğluna ne oldu da böyle kötüleştiğini sordum. Oğlu hastanın son üç gündür sürekli meyva yediğini, dün diyaliz günü olmasına karşın gelmediğini, bugün gelmek istediğini söyledi. Sabah kalkınca aniden düştüğünü, solunumun bozulduğunu, acilen alıp hastaneye getirdiklerini belirtti.

Hasta resmen intihar etmişti, çok meyve yemiş, potasyumunu yükseltmiş, diyaliz gününü de atlayınca, potasyum zehirlenmesinden kalbi durmuştu.

Çok üzülmüştüm. Halbuki binlerce insan diyaliz ile yaşamlarına devam etmekte idiler. Tamam kişinin haftada üç gün diyalize girmesi ve birçok ilaç kullanması yaşam standardını düşürmekte idi. Ama diyaliz ile uzun yıllar yaşamak mümkündü.

Böbrek hastalarının çoğunun kafasında böbrek nakli yaptırıp diyalizden kurtulma düşüncesi vardır. Böylece her şeyin düzeleceğini sanırlar. Tamam belki yaşam standartlarında düzelme olabilir, ama nakil sonrası da yakın takip edilmesi gereken bir süreçtir. Hastalar vücudunun takılan organı reddetmemesi için, bağışıklık sistemini baskılayan birçok ilaç almak zorundadırlar. Bu ilaçların da yan etkileri mevcuttur. Ayrıca hastaların bağışıklık sistemleri baskılandığı için, değişik hastalıkların gelişmesine karşı savunmasız durumdadırlar. Bu nedenle nakil sonrası gelişebilecek hastalıklara karşı duyarlı olunması gerekmektedir. Üstelik vücudun takılan böbreği reddebileceği düşüncesini de akılda tutmak gereklidir. Yani böbrek nakli tam bir kurtuluş değildir, yeni bir klinik durumdur. Üstelik nakil canlıdan yapıldığı zaman, o kişinin tek böbrekli kalacağı unutulmamalıdır. Eğer verici genç bir insan ise önündeki uzun yılları tek böbrekli olarak yaşamak zorunda kalacaktır. 

Bu düşünceler ile odama dönerek poliklinikte bekleyen hastaların muayenelerine devam ettim.

Akşam üzeri acilden bir telefon daha geldi. Acil bir hasta daha gelmişti. Koşarak odaya girdim. Bu hasta 40-45 yaş arası bir erkek hasta idi. Aşırı nefes darlığı vardı. Toprak sarısı bir cildi mevcuttu. Kan basıncı aşırı yükselmişti. Hastadan bildiğimiz tipik üre kokusu geliyordu. Afyon’un bir köyünden gelen hasta, önce Hacettepe Üniversitesi acil servisine gitmiş, burada böbrek hastalığı olduğunu söyleyerek, acil müdahale gerektiğini bildirmişlerdi. Bizim hastanenin acil müdahale olanağı daha uygun olduğu için, bize sevk edilmişti. Bizim hastane böbrek hastalığı ve organ nakli konusunda uzmanlaşmış bir hastaneydi. İmkanlarımız daha genişti.

Hastanın konuşmaya hiç mecali yoktu. Büyük bir hava açlığı ile nefes almaya çalışıyordu. Muayenesine başladım. Akciğerlerini dinledim, ağzına kadar sıvı ile doluydu. Kalp sesleri hızlanmış, kalpte sürtünme sesi mevcuttu. Kalbin zarı içinde de su toplandığını tahmin ettim. Bu arada hemşire hastayı kalp monitoruna bağladı. Monitordaki EKG görüntüsü kanında potasyumun yüksek olduğunu düşündürüyordu. Hastaya çok acil müdahale edilmesi gerekiyordu. Tek tedavi vardı, acil diyalize almak.

Dakikalarımız sınırlıydı, sedyede diyaliz yapacaktık. Teknisyene haber verdim, diyaliz makinasını acile getirmesini söyledim. Bu arada cerrah arkadaşlara da haber verdim. Adeta zamanla yarış içerisindeydik. Hastanın yaşaması bizim yapacağımız acil müdahaleye bağlıydı.

Cerrahlarımız hemen geldiler. Hastanın boyun damarına kateter konuldu. Acil diyalize aldık. Diyaliz ilerledikçe fazla sıvısı alındığı için hasta rahatlamaya başladı. Bir süre sonra solunumu düzeldi. Diyaliz tamamlanınca hastanın bulgularının düzeldiğini belirledik. Eğer iki saat daha gecikseydi, şimdi hayatta olmayacaktı.

Hastanın kılık kıyafetinden, çok gariban birisi olduğu belliydi. Afyon’un uzak köylerinden birisinde oturmaktaydı. Yoksuldu, az bir toprağı vardı. Aynı zamanda hayvancılık yapıyorlardı. Zar zor geçiniyordu. Son bir hafta boyunca nefes darlığının geliştiğini, idrarının azaldığını, başvurduğu hastanedeki doktorların böbreklerinin çürüdüğü belirterek Ankara’ya gönderdiklerini söyledi. 

Aslında böbrek hastalığı birden çıkmamıştır. Sinsi bir şekilde gelişmiştir. Hastanın sosyal ve ekonomik durumu hastalığın tanısının erken konulmasını engellemişti. Gerçi o zamanlar ülkemizdeki sağlık imkanları çok yetersizdi. Çoğu zaman hasta son dönemde hastanemize gelirdi. Yine de bizim hastanenin varlığı, hastalar için önemli bir umut ışığı olmuştu. Birçok hastanede yapılacak bir şey olmadığını söyleyerek gönderdikleri hastalara biz yardımcı oluyorduk.

Hastanın yanında eşi vardı. Kadıncağızın da kılık kıyafeti üzerinden dökülüyordu. Sessiz bir şekilde duruyor, bize bakışları ile teşekkür ediyordu.

Hastanın diyaliz ile fazla sıvılarını almış, yükselmiş olan üresini ve potasyumunu düşürmüştük. Artık hayatı emniyet altında idi. Bu aşamadan sonra diyaliz programına alarak yaşamını idame etmesini sağlayacaktık.

Ertesi gün hastayı tekrar diyalize aldım, bulguları biraz daha düzeldi. İlaçlarını düzenledim. Masraflarının karşılanması için, Afyon’daki Sosyal Yardım Dayanışma Fonundan yazı getirmesini söyledim. Ayrıntılı bir rapor yazarak kendisine verdim. Bunu halledebileceklerini söylediler. Bu arada hastayı düzenli diyaliz programına aldık.

Hastanın sosyal durumu nedeniyle hastane olarak çok yakınlık gösteriyorduk. Bazı ihtiyaçlarını aramızda topladığımız para ile karşıladık. Hasta bu çabalarımızı minnetle karşılıyor ve sürekli teşekkür ediyordu.

Bir yaşamı kurtarmanın mutluluğu ile hastayı çok yakından takip ediyordum. Tedaviye çok iyi uyum göstermişti. Haftada üç gün diyalize giriyordu. Bu arada resmi işlemlerini yaptırmış, sosyal yardım ve dayanışma fonundan yazıyı getirmişti.

Aradan bir ay geçti. Poliklinik odamda bazı belgeleri imzalamakla meşguldum. Kapı vuruldu, içeri Afyon’lu hasta girdi. Kapının önünde ayakta durdu, kasketini eline almış, göbeğinin üstünde tutuyordu. Yavaş ve saygılı bir ses tonu ile,

“Doktor Bey, teşekkür ederim, benimle çok ilgilendiniz. Hayatımı size borçluyum. Ancak sizden bir ricam olacak” dedi.

“Tabi, elimden gelecek bir şey ise yardım ederim” dedim.

“Şey” dedi “Ben böbrek nakli olmak istiyorum”.

Ben bunun en doğal hakki olduğunu, eğer böbrek vericisi var ise yardımcı olacağımı belirttim.

“Evet var” dedi. Ben nerede olduğunu sordum.

“Dışarıda bekliyor” dedi. İçeri almasını söyledim.

İçeri girene baktım, dokuz yaşlarında, sarışın, mavi gözlü, hafif zayıf, sevimli bir çocuktu. Tekrar vericisinin nerede olduğunu sordum,

“İşte bu çocuk” dedi, “Benim oğlum”.

O anda kanım beynime sıçradı, o hayatını kurtardığımız hasta, egoist bir tavır ile dokuz yaşındaki öz çocuğunun böbreğine göz dikmişti. Bu nasıl bir düşünceydi, hangi vicdan böyle bir şeyi arzu etmişti

Öfkemi bastırmaya çalışarak, bu çocuğun verici olamayacağını söyledim.

Bu cümlemi duyan hasta birden sinirlendi. O mazlum hali kaybolmuştu. Yüksek bir sesle, çocuğun kendi çocuğu olduğunu, ne isterse yapabileceğini söyledi.

Öfkem daha da artmıştı, ancak belli etmeden yumuşak bir ses tonu ile çocuğun reşit olmadığını, ancak 18 yaşını doldurduktan sonra böyle bir karar verebileceğini söyledim.

Bu sözlerim üzerine hasta iyice çığırından çıktı. O sakin, müteşekkir tavrı kaybolmuştu. Öfkeyle bağırmaya başladı.

“Sen kim oluyorsun da böyle bir şey yapıyorsun. Nasıl engellersin benim böbrek naklimi. Şimdi görürsün sen” dedi, kapıyı çarparak odadan çıktı.

Ben arkasından bir süre bakakaldım. Hey allahım dedim, şu işe bak, kendi kanı, canı olan çocuğunu düşünmüyor, sadece kendini düşünüyordu. Üstelik hastanın şu anda hayati tehlikesi yoktu. Diyalize girecek, uygun bir kadavra bulunursa nakil yapılacaktı. Ama o şimdi çocuğunu bir böbrek gibi görüyordu. Çocuğunun geleceği önemli değildi.

Bu tatsız düşünceleri kafamdan atmaya çalışarak canım sıkkın bir şekilde yaptığım işe geri döndüm.

Öğleden sonra hocamız ve hastanenin sorumlusu olan çok saygı duyduğum Prof. Dr.Mehmet Haberal beni odasına çağırdı. Bazen çağırır dahiliye hastalarını konsülte ederdi. Yine öyle zannederek odasına çıktım. Kapısını çalarak içeri girdim. Hocam bir cerrah arkadaşı ile sohbet ediyordu. Beni görünce başını çevirdi ve sordu.

“Şekip” dedi. “Bir hasta şikayette bulundu, uygun vericisi olmasına karşın, böbrek nakline izin vermiyormuşsun”.

Sabahki o hasta olduğunu anladım. Cevap verdim,

“Hocam, size vericisinin kaç yaşında olduğunu söyledi mi?” diye sordum.

“Yok” dedi. “Sadece oğlu olduğunu söyledi”.

Dokuz yaşında olduğunu söyleyince, hocamın suratı asıldı. Sabah benim yaşadığım öfke dalgasının, yüzünde dolaştığını hissettim. Hemen sekreterine o hastayı çağırmasını söyledi.

Hasta içeri girdi, beni görünce hafif sırıttı. Yüzünde “Bak nasıl, hocana söyledim, seni azarlamak için çağırdı” ifadesi vardı.

Haberal Hocam hastaya niye vericinin yaşını söylemediğini belirterek, eğer bir daha böyle bir talep ile gelirse, tedavisini başka bir hastanede yaptırmasını söyledi ve odasından kovdu.

Odadaki üç hekim de hastanın egoist düşüncesinden çok etkilenmiştik. Olay ile ilgili kısa bir görüşme yaptıktan sonra odadan çıkarak işime döndüm.

Akşam evde bir yazı ile meşgulken, küçük oğlum Anıl masamın yanına geldi. Elinde çok sevdiği oyuncağı olan bozuk bir telefon ahizesi vardı. O küçük ellerini tuttum, masamın kenarına otutturdum. Ne kadar sevecen, güleç bir yüzü vardı. Elleri ile yazılarımı buruşturdu, koltuğuma çıkarak omuzuma uzandı. Saçımla oynamaya başladı. Çok severdi saçlarımla ve benimle oynamayı.

Kucağıma alarak oturma odasına geçtim. Eşime gündüz yaşadığım olayı anlattım. Hekimlik kutsal bir görevdi, ancak bazen bu tür üzücü olaylar insanın canını sıkıyordu.

Bakalım gelecekte daha ne gibi olaylar ile karşılaşacaktım.

  
2891 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam13
Toplam Ziyaret39721
Hava Durumu
Saat