Kalbimi çıkar at, doktor! Her zamanki gürültü beni düşüncelerimden uyandırdı. Başımı kaldırdım. Karşımdaki vitrin penceresini kapatan dikey perdenin caddeden gelen gürültü ile birlikte dalgalanmasını izledim. Perdenin oynaması ile birlikte masamda da hafif bir sarsıntı oluşmuştu. Büyük şehirlere giden saat 10.00 arabasının geçmekte olduğunu tahmin ettim. Mardin’in Kızıltepe ilçesindeki muayenehanem, işlek bir caddenin kenarındaydı. Cadde ile aynı hizadaydı. Yoldan geçen büyük araçların, özellikle şehirlerarası otobüslerin geçişleri sırasında camlar hafif şangırdar, masam sallanır, perde dalgalanırdı. Bu sarsıntı bazen hastaları endişeye sevk eder, durumu anlayınca birlikte gülümserdik. Otobüsün geçmesinin oluşturduğu özlem duygusu ile düşüncelere dalmışken, kapı çalındı. İçeri önceden tanıdığım şehir eşrafından birisi girdi. Önünü ilikledi, saygılı bir ses tonuyla bir akrabasının muayene için köyden geldiğini söyledi. Açık duran kapıdan hastayı gördüm. Sandalyenin ucuna ilişmiş, hafif öne eğik, çenesini bir bastona dayamış oturan, kırk yaşlarında bir erkek hasta idi. Üzerinde o köylerin yerel kıyafeti olan beyaz renkte, ayak bileklerine kadar uzanan, fistan isimli giysi mevcuttu. Başına kefiye olarak adlandırılan, tüm kafasını, ensesine kadar örten eşarp bağlamış, tepe kısmını ise yuvarlak bir halka ile sıkıştırmıştı. Zayıf yüzlü, avurtları içine göçmüş, canlı bakışlı bir kişiydi. Sekretere hastayı içeri almasını söyledim. Hasta yavaşça ayağa kalktı. Yürümeye başladı, iki-üç metre sonra durdu, yorulmuştu. Ayakta biraz dinlendi, tekrar yürümeye başladı. Odama aldım, misafir koltuğuna oturmasını söyledim. İçeri ağabeyi ve yeğeni de girdi. Ama onlar oturmadılar, elleri önlerinde saygılı bir şekilde beklediler. Hal ve tavırlarından, gösterdikleri saygıdan, hastanın, ailenin önemli bir kişisi olduğunu tahmin etmiştim. Hasta bir süre dinlendikten sonra yavaş sesle konuşmaya başladı. Yaklaşık iki yıldır nefes darlığı olduğunu söyledi. Değişik doktorlara gittiğini, kalp hastası olduğunu söyleyerek ilaç verdiklerini belirtti. Son bir aydır nefes darlığının arttığını, son bir haftadır hiç yatamadığını, ancak oturur pozisyonda rahat ettiğini belirtti. Konuşurken zaman zaman duraklıyor, biraz dinleniyor, daha sonra konuşmaya devam ediyordu. Ağır bir kalp hastası olduğunu tahmin ederek, muayene masasına aldım. Gerçekten de kalp kapaklarındaki hasarı işaret eden sesler duymuştum. Kapaklar tam çalışmadığı için, kalp iyi pompalama yapamıyor, vücutta sıvı birikiyordu. Hastanın karaciğeri biriken su nedeniyle büyümüş, her iki ayak bileğinde ödem oluşmuştu. Akciğer filmi çektirdim, zarları arasında sıvı toplandığını belirledim. Ayrıca kapak bozukluğundan dolayı hastada ritim bozukluğu da gelişmişti. Aslında hastaya zamanında teşhis konabilse ve kapaklarından ameliyat olsa idi, böyle ağır bir tabloya girmeyecekti. Ama artık ameliyat şansını kaybetmişti. İlaç tedavisi yapacaktık. Kendisine yoğun bir kalp yetmezliği tedavisi reçetesi vererek gönderdim. On beş gün sonra kontrola geldi, daha iyiydi, ama tam düzelmemişti. Sırt üstü yatabiliyordu. Emir vermeye alışkın insanların ses tonu ile bana sordu, "Doktor ne olacak benim halim, ne yapacağız bu kalbi”. Ameliyat şansını kaybettiğini söylemek istemedim. Bir üniversite hastanesinde söylenmesi daha doğru olurdu. Hastaya Ankara’ya gidip, orada da kontollerini yaptırmasında yarar olduğunu belirttim. "Pekala” dedi, “Senin isteğini yapalım, bir çare arayalım” dedi. Düşüncelerimi yazıya döktüm, imkanları geniş, kalp cerrahisi olan bir kardiyoloji kliniğine gönderdim. On gün sonra bir akşam üzeri hasta ve yakınları tekrar geldiler. Hastanın morali çok bozuktu. Bana durumu anlattı, Ankara’da gereken incelemeleri yapmışlar, doktorlar oturup tartışmış, ameliyat şansı olmadığını söylemişler, ilaç tedavisi önermişler. Hasta tedaviye benim devam etmemi istedi, ilaçlarını ayarladım, tam tuzsuz yemesini söyleyerek evine gönderdim. Bir ay sonra tekrar geldi, eskisi kadar kötü değildi, ancak tam iyileşmemişti. Çabuk yoruluyordu. Teselli edecek sözler söyleyerek ilaç dozlarını ayarladım. Bana şöylece bir baktı, dudağının sağ tarafında hafif kıvrım oluşturan, var ile yok arası bir gülümsemeyle elini sol göğsünün üstüne koydu, kalbinin hizasındaki fistan parçasını kıvırarak, “Çıkar at kalbimi doktor” dedi. Hafifçe gülümsedim. Elimden gelen fazla bir şey yoktu. Kapaklar tamamen bozulmuştu. Ayrıca kalp çok büyümüş, kasları görev yapamaz hale gelmişti. İlaçlarını düzene koyarak, gönderdim. Artık hasta sanki abone olmuştu, her ay bazen bir kez, bazen da iki kez muayeneye gelerek şifa aramaya çalışıyordu. Çok iyi gitmiyordu durumu. Biraz düzeliyor, daha sonra tekrar bozuluyordu. Her gelişinde eliyle sol göğsündeki giysileri sıkıyor, kalbini dışarı alıp atmak istiyordu. Ama ne gelirdi elden, yapacak fazla bir şey yoktu. Aradan sekiz ay geçti. Bir sabah saat altıda evimin çalan zili ile uyandım. Bir hasta geldiğini anlamıştım. Aslında alışıktım bu duruma. Bazan geceleri üç dört kez hastaya kalktığım olurdu. Hekimliğin, özellikle iç hastalıkları uzmanı olmanın cilvesidir bu durum. Hekimliği yapacaksam eğer, bu durumdan şikayet etmemem gerekirdi. Üstelik insanlara şifa dağıtmanın, onların sorunlarını çözmenin manevi zevki çok fazlaydı. Kapıyı açtım, karşımda o kalp hastasının ağabeyi ile yeğeni duruyordu. Hastanın son günlerde çok kötüleştiğini, artık yürümeye bile mecalinin kalmadığını söylediler. Eğer müsait isem, köye kadar gelip bir görmemi istediler. Üzerimi giyindim, çantamı aldım, merdivenlerden aşağı indik. Kapıda eski model bir Renault 12 TX duruyordu. Kaportası eskimiş, boyası dökülmüş, tamponu iple tutturulmuştu. Şoförü tanıyordum, onunla çok hastaya gitmiştik. Kendisine arabası hakkında şaka yaparak, sağ ön koltuğa oturdum. Hasta yakınları da çantamı alarak arka koltuğa yerleştiler. Daha sonra yola koyulduk. Şehir daha yeni uyanıyordu. Güneş henüz yeni doğmuş, ufuk çizgisindeydi. Yolun kenarındaki çöp kutularını karıştıran köpekler yiyecek arıyor, ara sıra birbirleriyle hırlaşıyorlardı. Arada yoldan geçen bir yaya veya araba oluyordu. Daha dükkanlar açılmamıştı. Sadece ekmek fırınlarının faaliyette olduklarını görüyorduk. Köy yoluna çıktık, toprak bir yoldu. Sağlı sollu yeni biçilmiş ekinler vardı. Pencereden kafamı uzatarak temiz havayı içime çektim, taze biçilmiş ekinleri kokladım. Ne güzeldi sabahın temiz havası, insanı canlandırıyordu. Ama hemen içimi bir suçluluk duygusu kapladı. Muayeneye gittiğim hasta, bu havayı içine alamazdı, dokularına gönderemezdi. Kalbi ve akciğerleri müsaade etmezdi buna. Bense aç bir insanın yemeğe saldırması gibi, temiz havayı içime çekiyordum, açları düşünmeden. Kafamı salladım, bu düşünceleri aklımdan uzaklaştırdım. Köy çok uzak değildi, evler görünmeye başlamıştı. Köyün dışına gelince birkaç köpek arkamızdan havladı, peşimizden koşmaya başladılar. Bazı kadınlar, evlerinin önünde ocak yakmış, bir kısmı çamaşır kaynatıyor, bir kısmı da ekmek pişiriyordu. Bize ilgi ile göz attılar. Büyük demir kapılı bir evin önünde durduk. Hasta yakınları üzerimize havlayan köpekleri uzaklaştırarak kapıyı açtılar ve beni geniş bir avluya aldılar. Kenarında paslanmış bir mibzer, büyük bir dut ağacı vardı. Yavaşça yürüyerek avluya açılan bir kapıdan içeri girdik. Geniş pencereleri olan bir odaydı. Yükselmiş olan güneş, içeri vuruyor, odayı aydınlatıyordu. Bizim hasta geniş bir divanda oturuyordu. Eli yine sol göğsünün üstünde idi. Giysisini kıvırıp duruyordu. Kalbini çıkarıp atmak istediğini biliyordum. Yanında ağzı eşarp ile kapalı, sessiz bir şekilde duran eşi vardı. Eşinin yanında da biri kız olmak üzere, değişik yaşlarda üç cocuk duruyordu. Hastanın çocukları olduğunu tahmin ettim. Hasta dudağının sağ kenarını kıvırarak oluşturduğu o gülümsemesiyle, yavaş bir ses tonuyla, göğsünü daha çok sıkarak, “Doktor, al at dedim, ama dinlemedin beni, atmadın bu işe yaramayan kalbi. Sen çıkarmazsan ben çıkaracağım” dedi ve daha kuvvetle sıkmaya başladı göğsünü. Gülümseyerek, “İyileştirmeye geldim, o sevmediğin kalbi” dedim. Bu söylediğime ne ben, ne de hasta inanıyordu. O anda gözlerim eşine takıldı, gözlerindeki büyük ızdırabı görünce çok etkilendim. Hemen gözlerimi kaçırarak, hastayı muayeneye başladım. Hasta iyi değildi, kan basıncı düşmüştü, artık ilaçlara cevap vermiyordu. Yaşam kalitesi çok bozulmuştu. En ufak bir hareketle yoruluyor, nefes darlığı hissediyordu. İlaçlarını yeniden düzenledim, vedalaşarak yanından ayrıldım. Kapıdan çıkarken son bir defa dönüp kendisine baktım. Eliyle sol göğsünü oğuşturuyordu. İmkan bulsa çıkarıp atacaktı kalbini. Hızlı adımlarla avluyu geçtim, arabaya bindim. Hiç konuşmuyordum. Hasta yakınlarıda durumu anlamışlardı. Yolu sessiz bir şekilde tamamladık. Doğanın uyanışını ve kokusunu hissetmez olmuştum artık. Muayenehanenin önüne gelince hastanın ağabeyine dönerek, yapacak birşey kalmadığını, artık her şeyin zamana bağlı olduğunu söyledim. Sessiz bir şekilde onayladı. Teşekkür ederek, yanımdan ayrıldılar. İki gün sonra hastanın akrabası olan esnaf dostum yanıma geldi. Çok üzgündü. Hastaya bir şey olduğunu anlamıştım. Misafir koltuğuna oturdu, anlatmaya başladı. “Şekip Hocam, sizin gördüğünüz günün gecesi herkes uyuduktan sonra yavaşça kalkarak, duvarda asılı olan av tüfeğini almış, namlusunu sol göğsüne kalbinin üzerine dayayarak tetiği çekmiş ve canına kıymış” dedi. İşte dediğini yapmıştı, kendince yok etmişti o hasta kalbini. |
2833 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |