Yaşamak istiyorum… YAŞAMAK İSTİYORUM Elime matbaadan gelen ilk kitabımı aldım. Hafifçe okşadım. Bir yıldır üzerinde çalıştığım yüksek tansiyon alanındaki kitap, sonunda baskıdan çıkmıştı. Sayfalarını karıştırdım, aralara serpiştirdiğim başımdan geçen ilginç olaylara bir göz attım. Birden kendimi geçmişin derinliklerinde buluverdim. Ne çabuk geçmişti yıllar, hekimlikte 33 yılı geride bırakmıştım. Böyle düşüncelere dalmışken kapı çalındı. 20 yıldır birlikte çalıştığım yardımcım Hıdır içeri girdi. Saygılı bir şekilde, “Hocam, Yusuf ağabeyimin kızı Fatoş’un İstanbul’da düğünü var, hafta sonu için izin isteyebilir miyim?” diye sordu. “Elbette Hıdır gidebilirsin, demek artık yeğenlerin evlenme aşamasına geldi, yaşlandık” dedim, gülerek. Hıdır ekledi, “Hocam, bu kızı hatırlıyor musun, hayatını sen kurtarmıştın” dedi. Birden hatırladım, on sekiz yıl önceki olaylar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. *** O yıllarda Mardin’in Kızıltepe ilçesinde serbest hekim olarak çalışmaktaydım. Küçük bir klinik özelliğinde olan muayenehanem, şehrin merkezi bir konumundaydı. İlçeye o zamanlar ilk röntgen cihazını ben getirmiş, laboratuarı kurmuştum. Başlangıçta zor günler geçirmemize karşın, zamanla halk uygulamalarımızı benimsemişti. Yoğun bir hasta potansiyeline sahiptim. O yıllarda ilçede yeteri kadar uzman hekim olmadığı için, her hastaya bakmak zorundaydık. Hastalarımın önemli bir kısmı çocuktu. Çok ağır hastalar gelmekteydi. Bu çocukları merkeze çocuk uzmanına göndermek istediğimiz zaman, ekonomik imkanlarının yetersizliği nedeniyle götürmek istemezler, sorunu ilçede çözmek isterlerdi. Muayenehanemde bana çok yardımcı olan Hıdır, her işe koştururdu. Hastalarla çok iyi diyalogu vardı. Röntgen çeker, laboratuara bakar, iğne yapardı. Hıdır’ın ağabeyi Yusuf, yeni evlenmiş ve bir kız çocukları olmuştu. Ancak hem anne ve hem de baba çocuk yetiştirmek konusunda tecrübesizdiler. Kızları doğduğundan itibaren sürekli hastalanıyordu. Daha 15 günlük iken ağır bir ishale yakalandı, zor düzelttik. Ardından zatürree oldu, bu hastalığı da güç bela atlattı. Beslenmesi iyi değildi, zayıf bir çocuktu. Çok uyarmama karşın, genç anne yeteri kadar bakamıyordu çocuğa. Hemen hemen on beş günde bir hastalanıp muayeneye geliyordu. Çocuk 4 aylık olmuştu, ağır bir bronşite yakalanmış, güç bela düzeltmiştik. Aradan bir hafta geçti, akşam evde otururken Hıdır telefon ile aradı. Çocuğun ateşinin yükseldiğini, ishal ve kusması olduğunu, dudaklarında morarma geliştiğini belirtti. Bu sefer ki tablosunun ağır olduğunu anlamıştım, hastaneye yatırılarak tedavi edilmesi gerekecekti. Hıdır’a çocuğun Dıyarbakır’daki fakülte hastanesine götürülmesi gerektiğini söyledim. Biraz sonra Hıdır tekrar aradı. Ağabeyinin götürmek istemediğini, bu çocuktan bıktığını, ölse daha iyi olacağını söylediğini belirtti. Ayıkla pirincin taşını, bıraksak sabaha kadar bu çocuk yaşamazdı. Çaresizlik içinde Hıdır’a devlet hastanesine götürerek bir serum taktırmasını söyledim. O zamanlar Kızıltepe’de devlet hastanesi yeni açılmıştı. Doktor kadrosu yetersizdi. Geceleri pratisyen doktorlar nöbet tutuyorlardı. Belki yardımcı olabilirler diye düşündüm. Hıdır, telefonda “Peki hocam” dedi, “Hastaneye götürelim”. Ancak içime sinmemişti. Hastanenin kadrolu doktoru değildim, müdahale etmem pek doğru olmazdı. Yalnız nöbet tutan pratisyen hekimi tanıyordum. Gidip bakmak, elimden ne geliyorsa yapmak istedim. Merdivenleri indim, sokağa çıktım. Ortalık bayağı sakindi. Çok sıcak bir hava vardı. Hava açıktı. Gökte mehtap ortalığı aydınlatıyor, sokak lambalarının cılız ışığına önemli katkı sağlıyordu. Arabaya binerek hastaneye doğru yola çıktım. Hastane binası fazla büyük değildi. İçeri girdim, beni tanıyan kapıdaki görevli saygıyla eğilerek yol gösterdi. Hastanın ismini söyleyerek nerede yattığını sordum. Üst katta olduğunu söyledi. Merdivenleri çıktım, sol taraftaki ışık ve seslerin geldiği odaya doğru yöneldim. Odada Hıdır, Yusuf, çocuğun annesi, pratisyen doktor ve bir hemşire vardı. Serum hazırlamakla meşguldüler. Hemşirenin hareketlerinden oldukça acemi olduğunu anladım. Doktor beni görünce, “Hocam, iyi ki geldin” dedi. Kaygılı bir ses tonu ile ekledi “Çocuk çok ağır, keşke Diyarbakır’a götürselerdi, biz burada düzeltemeyiz”. Yusuf hemen söze girerek götürmek istemediğini, tedavisini yapmazsak eve götüreceğini söyledi. Ben Yusuf’u yatıştırdım, çocuğu muayeneye geçtim. Ateşi 40 dereceydi. Dudaklar morarmıştı. Ateşin etkisi ile hafif titremeleri oluyordu. Gözleri içeri göçmüş, avurtları çökmüş, karın cildi buruşmuş, kollar ve bacaklar iyice zayıflamıştı. Çocuğun çok su kaybettiği belliydi. Pelte gibi yatıyor, hiç sesi çıkarmıyordu. Ayrıca sepsis dediğimiz, mikrobun kana karıştığı bir durum gelişmişti. Ağır bir klinik tabloydu. Doktor’a ve Hıdır’a dönerek serum takmamız gerektiğini belirttim. Ancak nasıl takacaktık serumu. Zaten damarları çok ince idi. Üstüne bir de su kaybetmişti, damarları büzülmüş, iyice kaybolmuştu. Şansımı denemek istedim, damar aramaya başladım. Kollarında damar gözükmüyordu. Kafasını incelemeye başladım, alın kısmında belli belirsiz kabarık bir mavilik gözüme çarptı. Damar olduğunu tahmin ederek, hemşireye en ince kelebek iğneyi getirmesini söyledim. Doktor’a dönerek tek şansımızın bu damara serum takmak olduğunu belirttim. Alnının çevresindeki saçları kesmeye başladım. Tam o sırada bir çift gözün bana dikkatlice baktığını hissettim. Çocuğun gözleriydi bunlar. Aman tanrım ne kadar da canlı gözlerdi. Delici bir bakış ile hiç ses çıkarmadan beni izliyordu. Bakışlarımız karşı karşıya geldi, tüm canı gözlerinde toplanmıştı sanki çocuğun. O gözlerde yüksek bir yaşama arzusu mevcuttu. Adeta “Kurtar beni, yaşamak istiyorum” dediğini hissettim. Çocuğun bakışları Hıdır ve doktoru da etkilemiş, ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı. Çocuğun gözlerine bakarak içimden “Sen yaşamak istiyorsan, kurtaracağım seni” dedim. Kelebek seti aldım, iğnesini çok dikkatli bir şekilde alındaki damara soktum. Biraz bekledim, iğnenin ucundan kan yükselmeye başlayınca damarda olduğumu anladım. Rahatlamıştım. İlginçtir, çocuk hiç sesini çıkarmadan izliyordu beni. İğnenin acısını içine gömmüştü. Yavaşça serumu açtım, damla adedine baktım, bir dakika süreyle saydım. Çok fazla değildi ama çocuktaki sıvı kaybını düzeltebilecek yeterlilikteydi. Damarı iyice sabitledim, anne, baba ve Hıdır’a başını sıkı tutmalarını, kollarını ve ayaklarını oynatmamalarını söyledim. Eğer sabaha kadar bu serumu verebilirsek, düzelme şansının yüksek olduğunu belirttim. Elimizdeki tek damarı çok iyi korumamız gerekmekteydi, eğer patlarsa başka şansımız yoktu. Serum içinden ve kenarından antibiyotik uygulamasına başladık. Artık her şey zamana ve çocuğun direncine bağlıydı. Bu arada çocuk sürekli bana bakıyordu. O ifade gözlerinden hiç gitmiyordu. “Yaşayacağım ben, uğraşın benimle, bırakmayın beni” diyordu. Çocuğun pozisyonunu sabitledikten sonra pencereye doğru yürüdüm. Mehtap tüm ihtişamı ile gökyüzünde parlıyordu. Havada garip bir dinginlik vardı. Karşıda görünen evlere, pencerelerdeki ışıklara baktım. Biz burada bir çocuğun hayatını kurtarmakla uğraşıyorduk, ama daha neler vardı hayatta. Ne ızdıraplar, ne sevinçler vardı o görünen evlerde. İnsanoğlu bu, her şeye rağmen yaşama arzusunu ve sevincini kaybetmezse başarılı olma şansı yüksektir. Yeter ki mücadeleyi bırakmasın. Hekimlik hayatımda dikkatimi çekmiştir. Eğer hasta yaşamayı arzu ediyorsa ve çaba gösteriyorsa, başarı şansı yükselmektedir. Kendini bırakırsa, ne yaparsanız yapın düzeltemezsiniz o hastayı. Kişi hangi yaşta olursa olsun değişmez bir kuraldır bu. Bu düşüncelerle yaklaşık bir saat kadar pencere kenarında oturdum. Daha sonra çocuğa bakmak için geri döndüm. Çocuk, serumun ve ilaçların etkisi ile rahatlamış, uykuya dalmıştı. Yatağın kenarına oturdum, küçücük elini avucumun içine aldım. Hafifçe okşadım. Bana bir insanlık dersi verdin bebeğim diye düşündüm. İçimden, “Sen bu mücadeleyi kazanacaksın, yaşayacaksın” dedim. Sen bir kahramansın, keşke her hasta senin gibi yaşama sıkı sıkıya sarılsa. Yavaşça elini bıraktım. Tüm aile beni izliyordu. Annesinin başını okşadım, merak etmemesini, bebeğinin kurtulacağını ümit ettiğimi söyledim. Hıdır’a ve babasına damarı çok iyi korumalarını tembih ettim. Bir süre bekledim, her şeyin yolunda olduğundan emin olduktan sonra dışarı çıktım. Arabama bindim, eve döndüm. Ertesi gün akşama kadar o damar idare etti. Bu süre içerisinde yeteri kadar sıvıyı verebilmiştik. Artık ağızdan alabiliyordu çocuk. Kusması ve ishali düzelmiş, ateşi düşmüştü. Üç gün içinde çocuk tamamen düzeldi. Orada çalıştığım süre içinde bir daha hastalanmadı o güzel çocuk. *** İşte o çocuk büyümüş, genç bir kız olmuş, evlilik aşamasına gelmişti. Eğer o gece müdahale etmeseydik, hayatta olmayacaktı şimdi. Hıdır ile birlikte o günleri anımsadık, güzel bir anıydı bu. Mutluluklar diledim Fatoş’a, o kahraman çocuğa.
|
2688 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |